Kreaktivist’in özel konuğu, heykel sanatıyla yaşamı ve toplumu yerelden evrensele uzanan bir anlatımla betimleyen Heykeltıraş Meriç Hızal.
Bir çocuk, öğrenci, anne, eğitmen ve daha pek çok rolde deneyimlediği hayatta; sanat pratiği, yaşam deneyimleri ve ülkemizin sosyal, toplumsal olaylarla şekillenen Hızal, eserleriyle yakın tarihimize derin bir bakış sunuyor. Hızal’ın ilham kaynaklarından yaratıcılık sürecine, heykel sanatının evrensel dilinden toplumla olan etkileşimine kadar pek çok konuda sohbet ettik. Hızal, atölye çalışmalarında Apollo Tapınağı’nın alnında yazılı olan “Kendini tanı!” sözünü ilke edindiğini ve eğitimci kimliğiyle bu bakış açısını öğrencilerine aşılamaya çalıştığını ifade etti. Sanat nesnesi ile insanın hemhal olmasını, Anadolu coğrafyasının zanaatını, eserlerine ilham olan anları ve her an heyecanla sürdürdüğü çalışmaları kıymetli Hızal’dan dinledik…
Sanat üretimine yeni başlayan bir birey zaman içinde yaşadığı toplumdan, bölgeden etkilenerek kendi özgün formunu buluyor. Sizin için bu süreçte dönüş noktaları, kırılma anları nelerdir?
Çalışmalarıma baktığımda neredeyse yaşamımın aynası diyeceğim. Önceleri; annelik, özen ve mutluluğu, sonra Güzel Sanatlar Akademisi yıllarının izleri; formu, üç boyutlu sanatın temel kurallarını uygulama dönemi, 1977 yılında Avusturya Salzburg Yaz Akademisinde İtalyan heykeltıraş Françesco Somaini ile tanışmam, böylece iç boşluğun, parça-bütün ilişkisinin tadına varmam… Oğlum Osman felsefe okurken onunla öğrenmeye çalıştığım kavramları görselleştirme denemelerim: Ateş, Su, Hava, Toprak, Özgürlük, Zaman dizisi. Toplumda giderek artan ayrışmanın anlamsızlığına işaret etmek, farklı yapılara barışçıl öneriler sunmak gibi nesnenin yaratmasını umduğum metaforla Güneş Saatleri dizisi. Bir gezide rastladığım Gaziantepli bir kadının, beni kendi yerel diliyle yer sofrasına davet etmesi; tema ya da kavram olarak “Anadolu Sofraları” ve form üzerinde yazılar. Yaşadığım ülkedeki sosyolojik olayların, çalkantıların artması, gazete haberleri… Bir tür iç hesaplaşma gibi “Otobiyografimden” serisi. Kadın cinayetlerinin, çocukların uğradığı haksızlıkların artması: “Gül Dünya”, “Al Yazma” ve “Çocuklar İçin” serileri. Yaşadığım, gördüğüm her şey, tanıdığım her kişi, toplumsal her sıkıntı. Özgür olma istenci çalışmalarımda ortaya çıkıyor.
Bütün bunlar kırılma noktaları mıdır bilemem ama geçiş dönemleridir diyebilirim. Ancak hepsinde; ta ilk çocukluğumda Edirne’de, sonra İstanbul’da mimariden sindirdiğim geometrik kurgu, kare-daire bütünlüğü, üçgenler, prizmalar, bunların yaptığı analojiler adeta bir “light motif”gibi biçim dilimin peşinden geliyor, yeni anlamlar yüklenmeye çalışıyorlar. Bunu fark ediyorum.
Sanatta yaratıcılığı besleyen nedir?
Düşünme ve yaratma özgürlüğü, yaratıcılığı besler. Ya da tam tersi özgürlüğün kısıtlanması, heyecan, tutku, söyleyemediğini başka medyumlarla algılanır hale getirme zorunluluğu… ‘Verba volant scripta manent’ yani “Söz uçar, yazı kalır”.
Gördüğünüzde kendinizi; incelemekten, bakmaktan alıkoyamadığınız ilk heykel hangisiydi? Bu incelemenizin ardından üslubunuzda bir değişim yaşadınız mı?
Eskişehir’deki şimdiki yeri ve adıyla Eti Arkeoloji Müzesi’ndeki, Tunç Çağından kalma Alabaster, yani su mermerinden yapılmış, yedi santimlik anıtsal Kültepe İdolü. İkiz kızlarının gururuyla hafifçe çenesini kaldırmış bir kadını betimler. Afiş olarak hala atölyemin duvarında duruyor. Üslubumda değişiklik yaptığını sanmıyorum. Çünkü daha lisede öğrenciyken tanıştım kendisiyle. Ama benim ‘geometrik biçimlerin anlam yüklenebileceğine, boyutun değil, oran, açı vb. yapısal unsurların’ anıtsallık ifadesi üzerinde etkisi olduğuna ilişkin inancımı kuvvetlendirmiş olduğu açıktır.
Eserlerinizi; sanat nesnesi ile insanın hemhal olması bakış açısı ile tasarladığınızı aktardığınız bir söyleşinizi okumuştum. Bu yaklaşımınızı biraz açabilir misiniz?
Gözünü dünyaya açan bebek, yakınlarını koklayarak ve elleriyle tanır, ayırır, sever, ebeveyn de. Bir çocuk başını okşamak, dostun derdini dinlemek için omzuna dokunmak, bir ağaca yaslanmak, yüksekçe yere çıkıp etrafa farklı açılardan bakmak, yüksekliği yeten yere ilişip oturmak, ‘şeylerin’ tadını çıkarmak, onlarla empati kurmak, daha derin algılamak, ısısını-enerjisini hissetmek, özdeş olmaktır. Sanatı ulaşılmaz-anlaşılmaz beyaz kutuda tutmayı (tabii güvenliği için) istemeden ona yapılmış bir haksızlık olarak görüyorum. Keşke – bir sergide, espasına bir metre yaklaşsam zillerin kıyameti koparacağını gördüğüm- Constantine Brancusi’nin Kuşlarına dokunabilme şansım olsaydı. “Gökyüzüne uçuşuna ellerim de şahit olabilseydi” diye düşündüğümü anımsıyorum. Heykeltıraşın zımpara yaparken ne hissettiğini daha iyi anlamaz mıydım? İyi mimarların da bu duygularımızı hesaba kattıklarına inanırım. Onun için, sanatla yabancılaşmayı azaltmak istiyor, özellikle kamu mekânına bir yapıt düşünüyorsam bu içgüdüsel edimleri, yaklaşımları öngörmeye çalışıyorum.
Anadolu, taş işçiliği konusunda hünerli ustaların yetiştiği bir coğrafya. Ülkemizde sizi en çok etkileyen heykel, oyma işçiliği ya da tarihi eser hangisi?
İstanbul doğumluyum ama çocukluğumun üç güzel yılı Edirne’de geçti. Beni en çok etkileyen Selimiye Camii’nin bir yanındaki evimizden öte yanındaki Kadirpaşa İlkokulu’na giderken günde en az iki kere önünden geçtiğim, mimarisini, geometrisini içselleştirdiğim Mimar Sinan yapısı ve onun mermerleri. Özellikle, çocuk gözüyle altında bir baykuş portresi “keşfettiğim” Cümle Kapısı ve onun ışıkbaz mukarnasları. Altındaki boşluklarla nefes alan üçgen profilli, dantel gibi hafif mermer şebekeli minberi, güneşin gelip üstünde dinlenmesini beklediğim güneş saati, kuş evi. Hangi ayrıntısını saysam bilmem ki. Daha sonraları Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ndeki Hitit rölyefleri, Anadolu gezilerimde keşfettiğim, aynı Uygarlıktan kalma, M.Ö. 14. yüzyılda çalışmaya başlamış, Gaziantep-Yesemek açık hava bazalt taş ocağı, atölyesi ve heykelleri. Yesemek çok etkileyici. Bir volkanın ağzında, işçiler şimdi terk edip gitmiş gibi kesilmiş taşlar… Yan tarafta minik evleriyle bir köy. Dünya arkeolojisi açısından önemi hakkında Arkeolog Uluğ Bahadır Alkım’ın kitabını okumayı öneririm. Sistematikleşmiş formları, gittiği yerde ayrıntıların bitirildiği bir üretim ve ihraç merkezi oluşu çok değerli. Gene Edirne’de ilk çocukluğumda Selimiye’nin haziresinde rölyeflerine dokunduğum, yetişkinliğimde İstanbul’da özellikle baş şahidelerini çizdiğim-araştırdığım, bir dönemin mezar taşları da çok etkileyici. İskeletsiz kumaşın bir sarığı betimlerken ışık ve gölge ile zengin, yüzey gerilimi-iç enerjisi taşıyan formlara dönüştürülebilmesi çok ustaca. Tabii 13. yüzyıl başında yapılmış Divriği Ulu Camii Darüşşifası’nın dört taç kapısını anmadan olmaz. Ahlat’lı ve Tiflis’li taş ustalarının yaptığı taşkın barok bitkisel ve geometrik formları, dokulaşmış yazıları Evliya Çelebi’ye “….methinde diller kısır, kalem kırıktır” dedirtmiş. Anadolu’da hangi birini saymalı? Bitmez ki…
Günümüz kültürünü nasıl tanımlarsınız?
Arayış içinde; sınırsız, ülkesiz, aidiyet duygusu azalmış, kaotik, eklektik, çılgın ama bu nedenlerle de enerjik, şaşırtıcı ve yaratıcı.
Sanatçının kendini ifade ettiği doğru malzemeyi bulması kuşkusuz çok önemli. Peki, sanat nesnesinde malzemenin yeri ve kullanımı için neler söylemek istersiniz?
Nesnelerin, biçimin, rengin, parlaklığın bir dili olduğu gibi malzemenin de bir dili vardır. Sanatçı, yapıtında gereksinim duyduğu ifadeye göre seçer bu unsurları. Ancak bazen malzemenin elde edilebilme alanları-koşulları, teknolojik olanaklar, yapıtın sunum alanı, işin bitirilme süresi, maliyet ve boyut sanatçıyı yeniden düşünmeye zorlar. İki alan birbiriyle uyuşmak zorundadır. Kahire Müzesi’nde yapıtları incelerken, antik dönemin kolektif çalışma zorunluluğu içindeki sanatçıları düşündüm hep. Mısır’ın kum taşı olmasaydı, ışık o kadar sert olmasaydı ve de arkalarında -ebedi yaşamak isteyen- firavunların desteği olmasaydı; elinde, ahşap tokmak, obsidyen ve bakırdan başka aleti olmayan sanatçılar, acaba rölyeflerde o üslubu, o frontaliteyi mi tercih edeceklerdi? Yoksa 1929 yılında Rushmore Dağı Block Hills granit kayalıklarına oyulmaya başlanan dört ABD başkanının 18 metrelik büstlerinde, Heykeltıraş Gutzon Borglum’un 400 işçisiyle uyguladığı üslubu mu tercih ederlerdi? Öte yandan teknoloji öylesine hızlı değişiyor, öyle yeni malzeme olanakları ortaya çıkıyor ki sanatçıya yepyeni ufuklar açıyor, anlatım biçimleri deneniyor. Kanımca sorunların, beklentilerin de değiştiği dünyada tutucu olmamak, sanatçılara da bu değişimler, yeni ifade biçimleri için açık kapı bırakmak gerekir. Ben her malzemeyi kullanır ama özelde taş malzemeyi severim. Kadim dünyada çok kullanılmış bir malzeme olmasından, yaşadığım coğrafyadan, kültürden kaynaklanıyor olabilir bu eğilim. Taş çalışma geri dönüşü olmayan bir yolculuk gibidir. Mehmet Aksoy dostun söylediği gibi çok sert vurursan “Canı acır adamın.”
Mim. Hilmi Berk’in bu bağı, çok doğru anlatan “Taş” başlıklı anlamlı bir şiiri var.
Vurun taşlara, yontun
Ama hiç acımadan
Ama çok özenerek,
Çünkü
Taşı yontan da sensin
Yontulan taş da sen
Kullan taşçı kalemini
Hiç sakınmadan
Ama
Sakince, hırpalamadan taşını
Çünkü
Taş da sensin
Taşçı kalemi de sen
Al eline cetveli ölç taşı
Çabukça, kaybetmeden zamanı
Ama
Dikkatle ve dürüstçe
Çünkü
Ölçen de sensin
Ölçülen de sen
De ki beğenmedin
Olmadı gönlünce eserin
Olsun
Var ya elinde çekicin
Taşçı kalemin, cetvelin
Bir de taşın
O zaman
Vurun taşlara, yontun
Ama hiç acımadan
Ama
Çok özenerek
Bir daha ve yeni baştan
FMV Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyesi (Görevlisi değil) olarak, heykel sanatında kendini ifade etmek isteyen gençlerle bir aradasınız. Sanat üretimi yapmak isteyen, üslubunu arayan gençlere neler tavsiye edersiniz?
Ben Güzel Sanatlar Akademisi mezunuyum. Şadi Çalık, Hüseyin Gezer gibi öğrencinin kimliğine saygı ve özenle yaklaşan hocaların öğrencisi oldum. Daha sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını alan bu okulda eğitimcilik süremi bitirip emekli oldum. Kısa süreli de olsa Yıldız Teknik Üniversitesi, DOĞUŞ Üniversitesi ve son olarak da 15 yıl eğitimcilik yaptığım IŞIK Üniversitesi’nde çalıştım. Yaşamlarına değdiğim için onur duyduğum, bugün saygın birer sanatçı, öğretim üyesi olan pek çok öğrencim var. Hep onları samimi olmaya, kendilerini keşfetmeye, yaptıklarından hoşnut olmaya, koşullar ne olursa olsun tutkuyla üretmeye teşvik ettim. Hiçbirinin üslubu birbirine benzemez, bana da. Çünkü atölyemin ilkesi, Apollo Tapınağı’nın alnında yazılı olan ilke oldu; “Kendini tanı!”
Sanatta kültürün yerini sorsak… Kültürel miras sanat için neden önemlidir?
Kültür, insanın yarattığı her şeydir. Yani insanlığın, uygarlığın genetik kodları onun içindedir. Sanat onların arasında en gösterişli olanı belki. Eğer sanatsal üretim bu insanlığa meramımızı anlatmaksa o kodları kavramış olmak gerekmez mi? Sanatın görünümü, medyumları değişebilir ama insana dönük oluşu değişemez ki. Sanatın evrenselliği bundan kaynaklanıyor olmalı. Ve en büyük mirasımız kültürdür, onu bizden sonraki neslin elinden almaya, değersizleştirmeye hele kırıp dökmeye, yok etmeye hiç hakkımız olmamalıdır.
Heykel sanatında yakın zamanda sizi en çok heyecanlandıran gelişme nedir?
Genç sanatçılar için yarışmalar açılması, prestijli müzelerin onların yapıtlarını sergilemesi, yerel yönetimlerin daha çok onları davet ettiği uygulamalı sempozyumlar yapılması. Kapanan resim, heykel bölümlerini saymazsak açılan müzelerin, galerilerin çoğalması, medya yoluyla çok uzak kültürlerle iletişime geçebilme olanakları bana umut veren gelişmeler.
Eklemek istedikleriniz
Sanat kendimize yaptığımız bir yolculuk. Kendimizi keşfetme, biz olma, insan olma, her şeye büyüteçle bakma, görülmeyeni görme-gösterme, özgürce ifşa etmek demek. Bana göre sadece yapılan değil yapma edimi sırasında çekilen şahane azap da güzel. Sorun şu ki sanatçı bu yolculukta genellikle yalnız kalıyor.